“Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Küf dedi mi gitti. Bunun da nerede geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur."
Vefatindan bir hafta once yukaridaki satirlari soylemis Muhsin Yazicioglu. Hakikaten bir saniyesine sahip olamadigimiz bu hayat icin bu kadar bagliligimiz niye? Insan nasi yasarsa oyle oluyor yada oldukten sonra yasadigi hayata uygun aniliyor. Iyi, kalbi temiz bir insanmis diye dusunuyorum, vefatindan sonra ardindan Kuran'i Kerim okunup tekbir, salavatlar getirilip dualar edildi, cok kimseye nasip olmayacak seyler. Mekani Cennet olsun, cektigi izdirap ve sIkIntilar hata ve kusurlarina kefaret olsun insaallah!
Saturday, March 28, 2009
Şems-i Tebrizi
Bir gün Mevlana’ya felsefe ile meşgul olan bir grup insan geldi. İmani konularda soruları vardı. Mevlana, bu felsefecileri Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Felsefeciler Şems’e geldiklerinde, O, talebelerine, bir kerpiç üzerine nasıl teyemmüm edileceğini gösteriyordu. Gelenlerden biri, en çok takıldıkları üç soruyu, peş peşe sıralayıverdi: 1- Allah var dersiniz, ama görünmez, gösteremezsiniz; gösterin de inanalım! 2- Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonrada Cehennem’de ateşle ceza verilecek, dersiniz. Ateşten yaratılmış şeytana, ateş acı verebilir mi? 3- Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının karşılığını görecek, diyorsunuz. Rahat bırakın şu insanları istediklerini yapsınlar… Sorular biter bitmez Şems, elindeki kerpici, soruları soran felsefecinin kafasına vurdu. Felsefeci hemen kadıya gitti ve Şems’ten şikayetçi oldu. “Ben soru sordum, O bana kerpiçle vurdu!” dedi. Şems-i Tebrizi de kendini savundu: “O bana sordu, ben de cevabını verdim.” Kadı bu işi açıklamasını isteyince de şu açıklamayı yaptı: “Efendim, bu adam, ‘Bana Allah-u Teala’yı göster.’ dedi. Ben de elimdeki kerpici başına vurarak sorusunu açıkladım. Şimdi başının ağrıdığını söylüyor. Bana başının ağrısını gösterebilir mi?” Adam şaşırdı ve, “Ağrı gösterilir mi? Ancak hissedilir!” dedi. Şems de taşı gediğine koydu: “İşte, nasıl varolan ağrı gösterilmezse, Allah’da vardır, ama göze gösterilemez demek istedim!” Şems savunmasına şöyle devam etti: “Bu adamın ikinci sorusu, ateşten yaratılmış olan şeytanın ateşle nasıl cezalandırılacağı idi.Ben bunu açıklamak içinde başına topraktan yapılmış bir kerpiçle vurdum. Başı acıdı, ağrıdı. Oysa ki kerpicinde kendisi gibi asıl maddesi topraktır. Nasıl toprak toprağa acı veriyorsa, ateş de ateşten yaratılmış şeytana azap verecektir. Üçüncü sorusu da ‘Bırakın insanları, isteyen istediğini yapsın; niçin ahirette yapılanların karşılığı verilecek, diye korkutuyorsunuz?’ şeklindeydi. Ben de ona canımın istediğini yaptım. Ama bundan hoşlanmadı ve beni size şikayet etti.” Felsefeciler bu açıklamalar karşısında ne söyleyeceklerini bilemediler ve çok mahcup oldular.
Friday, March 20, 2009
Evlât ve mal dünyanın süsü, ziynetidir. Değerlendirilebilirse, ahiretin de zâd-u zahîresidir. Allah (cc), insanların gönüllerini bunlarla sevince, sürura ulaştırır. Bunları göze ziynet, kalbe gıda yapar. İnsan bu ziynetleri gördükçe, pratikte dünya mutluluğunu, ümitlerinde de ötelerin saadetini duyabilir. Ne var ki siz bu ziynetleri eğer bâkîleştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız.. evet evlâdınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. Aksine fâni ve zâil olan bu şeyleri bâkîleştirip kâinatın Yaratıcısı adına bakıp gördüğünüz, O'nun yolunda ve O'nun istediği istikamette kullandığınız ve geliştirdiğiniz zaman, son zannedilen her noktanın bir başlangıç olduğunu göreceksiniz. Dünya hayatının hitâma erip kapanmasıyla biten bütün fâni ve zâil ziynet, debdebe, ihtişam öbür âlemin açılmasıyla en mükemmel şekle bürünerek orada da devam edecektir. Bir millet ve bir toplumun mükemmeliyeti aileden, eşlerin el ele verip kurdukları yuvadan başlar. Bu itibarla terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulamamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez. Hatta kusursuz bir talim ve terbiye politikası ideal insan yetiştirmede çok önemli olsa da, yuva, verdiği ve vereceği şeyler açısından hep önemini koruyacaktır. Yuvada ve hususiyle de, şuuraltı beslenme döneminde iyi beslenebilmiş dimağlar, ciddî muhalif rüzgârlara maruz kalmazlarsa ileride bazı küçük tembihlerle şuuraltı müktesebatlarının kahramanları olarak karşımıza çıkıp bizi şaşırtabilirler. Evet yuvada başarı, umum hayatta başarının ilk merhalesidir.. ve bu merhale de sağlıklı bir izdivaca bağlıdır. 1-) Evlât ve mal dünyanın süsü, ziynetidir. Ne var ki bu ziynetleri bâkîleştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız. Evet, evlâdınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. 2-) Ahiret, dünyada var oluşun hesabını vermenin mahkemesi, burada bizi insan olarak yaratan ve en mükemmel biçime koyan Allah'a şükredip etmediğimizin hesap mahallidir Çocuklarımıza en güzel armağan ne olmalı? İmâm Zeynu'l-Abidin Risaletü'l-Hukuk adlı eserinde şu tavsiyelerde bulunuyor:'Sa'yinin semeresi çocuğunun senden olduğunu, hayrının ve şerrinin de sana raci olacağını bileceksin.' Efendimiz'e (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edeceği hissettirilmişti. Bunun üzerine O, bir gün sahabe topluluğuna, 'Kul, dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakıldı da O, ahireti tercih etti.' deyivermişti. Bu işaretle anlatılmak isteneni hemen kavramış olan Hz. Ebu Bekir (ra), 'Anam, babam, sana feda olsun ya Resûlallah!' diyerek hıçkırıklara boğulmuştu. Bundan başka Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Haccı esnasındaki bir hutbesinde de yine, 'Yakında beni sizden soracaklar, tebliğ vazifemi yaptım mı, nasıl cevap vereceksiniz?' buyurmuşlardı; buyurmuşlardı, zira O, önemli bir vazife yapmıştı ama bunu hakkıyla yapıp yapmamış olmanın endişesi içinde bulunuyordu. Böyle bir endişeye mahal olmadığını icraatı haykırıyordu; oradaki bütün gönüller de hep birden haykırdı, koca meydan onunla yankılandı ve her yanda, 'Sen vazifeni yaptın, risaletini tebliğ ettin, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirdin.' itirafları duyuldu. O da parmağını yukarıya doğru kaldırdı ve üç kere, 'Allah'ım şahid ol, Allah'ım şahid ol, Allah'ım şahid ol!' dedi. O, ümmet dairesinde genişliği olan bir sorumluluğu derin bir endişe ile dile getiriyor ve ashabının şehadetini alıyordu. Şimdi acaba bizler de, kendi sorumluluğumuz altında bulunan ve bakıp görmekle mükellef olduğumuz çocuklarımıza karşı, "Yakında beni sizden soracaklar, nasıl cevap verirsiniz?" diyebilecek durumda mıyız? Ya da onlardan, 'vazifenizi yaptınız' cevabını alabileceğimizi ümit edebiliyor muyuz? Değilse vay hâlimize... Onun için büyük İmâm Zeynü'l-Abidin, 'Allah huzurunda sen, onlardan sorguya tabi tutulacaksın.' diyor, sonra da titreyerek, Cenâb-ı Hakk'a yönelerek, 'Allah'ım, çocuklarımın terbiyesi, te'dibi ve onlara iyilik yapmam hususunda bana yardımcı ol!' diyor. Zira bir insanın en mühim, en ciddî meselesi, aile efradını evc-i kemâlât-ı insaniyeye yükselterek onlara ebedî var olmanın hazlarını duyurmaktır. Evet, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunu ihya istikametinde bir terbiye, çocuğa sunulmuş en buyuk armagandir. Anne-babanın, evlâtlarını yetiştirip faziletlerle donattıkları nispette onlara "evlâdımız" demeye hakları var ise de, ihmal edilmiş yavruları hakkında böyle bir iddiada bulunmaları kat'iyen muvafık değildir. Bir milletin devam ve bekâsı, iyi yetiştirilmiş nesillerle kaimdir; millî varlığı ve millî ruhu mükemmelleştirilmiş iyi nesillerle... Milletler, geleceklerini emanet etmek üzere mükemmel bir nesil yetiştirememişlerse istikballeri karanlık demektir.
*as usual*fwd edilmis bir emailden alintidir...
Subscribe to:
Posts (Atom)